KOMİSER

Bir kış günü akşamı. Kar sepeliyor. İstanbul’ da, Odabaşı taraflarında bir polis karakolu. Kira ile tutulmuş, iki katlı, ahşap bir ev. Birkaç ayak merdiveni çıkıp, gece gündüz açık duran kapıdan girince, darca bir aralıkta bulunursunuz. İki yanda kapılar. Soldan birinci kapı, Komiserin odasının kapısı.

Komiser; uzun boylu, gür kaşları altından, biraz derinden bakan ufacık kara gözlü; uzunca bıyıklı, elli yaşlarında kadar görünür, kuru, karayağız bir adam. İzin günü imiş, Sofular’daki evinden çıkmış, nokta yerlerini gezerek, buraya kadar yürümüş, yorulmuş, ıslanmış. Odasına girince, çamurlu çizmelerini çektirdi, terliklerini giydi. Saç mangala sobadan ateş çıkartıp odanın ortasına koydurdu. Kendi de bir sandalye alıp mangalın başına oturdu. Sigarasını içer, sobayı karıştıran polisle de konuşurken kapı vuruldu, içeriye, bir polisle, yirmi yaşlarında kadar bir delikanlı, başına yün bir atkı almış bir genç kız girip, sıra ile dizildiler; durdular.  

Komiser hiç istifini bozmayarak gelenleri birer birer gözden geçirdi.

Polis, Susurluklu Hafız Cemal Efendi, kırk yaşlarında kadar, orta boylu, irice kafalı, bir yanına biraz eğri duran bir adam. Hafız olduğu da yüzünden belli! Anası bunu pek genç yaşlarında evlendirip Kirmastı’dan bir meyzinin kızını almıştı. Kız, ancak yirmi gün kadar Hafız ile kaldıktan sonra babasının evine kaçtı, sonra da başka birine vardı. Bu Hafız da bir daha evlenmek istemedi. Şimdi karakolda yatıp kalkıyor, bir odası bile yok.

Hafız’ın getirdiği delikanlı iyi yüzlü bir genç. Kız da öyle. İkisi de korku ile Komiser’in yüzüne bakıyorlar. Şimdiye kadar karakola girmemiş, bir komiser karşısına çıkmamış adamlar oldukları yüzlerinden anlaşılıyor.

Bunların üçünü de. süzdükten sonra Komiser:

– E, memur efendi, söyle bakalım, dedi.

Komiser «söyle» deyince polis, yutkundu, hafifçe iki yanına sallandı, gözlerini de kapayıp:

 – Efendim, dedi, bu kızla bu erkek, sokakta alenen öpüştüler!

Komiser, beklemediği bir söz işitmiş gibi, kaşlarını kaldırıp gözlerini açarak:

– Öpüştüler mi? diye sordu.

– Evet efendim, öpüştüler. İlkin bu kız bu oğlanı öptü, sonra da bu oğlan bu kızı öptü!

– Allah Allah … Neler de işitiyoruz! Ancak memur efendi, yanlış bir şey söylemiyesin, ilkin delikanlı öpmüş olmasın?

– Yok efendim, ilkin kız öptü. Ben köşenin başındaydım, hava karardığı için onlar beni görmediler.

– Hımm … Demek ilkin kız öptü ha!

– Evet efendim.

– Sonra da delikanlı kızı öptü, öyle mi?

– Öyle efendim.

– Aralarında bir çekişme, bir kavga yahut bir zorlama olmadı mı?

– Olmadı efendim.

– Ha, uslu uslu, bu durdu bu öptü, sonra da bu durdu öteki öptü. Öyle mi?

– Öyle efendim.

– Demek alacak verecek kalmamış. Hesap tamam! E, sonra ne oldu?

– Sonra efendim, gene yollarına gidiyorlardı, ben çevirdim.

– Ha, demek birlikte gidiyorlarmış.

– Evet efendim.

– Ben sandım ki, bunlar sokakta birbirine rastgeldiler de kız sarkıntılık edip delikanlıyı öpmeğe kalktı. Eh oğlan da ne yapsın … Gece karanlık, sokak boş … Kolay mı? Senin oralarda olduğunu bilseydi belki «can kurtaran yok mu?» diye bağırırdı! Ancak memur efendi, sakın bunlar kardeş, mardeş olmasınlar? Biribirini andırıyorlar.

– Bilmem efendim. İsterseniz sorayım?

– Sor ya, öğrenelim.

Polis delikanlıya:

– Siz kardeş misiniz? diye sordu.

Delikanlı:

– Değiliz, dedi. .

Polis, Komiser’e:

– Değillermiş efendim.

Komiser:

– Hımm … Belki bir mahalle çocuklarıdır da öpüşecek yer bulamamışlardır, dedi! Sorsana bakalım, bir mahalle çocukları mı imişler?  

Polis sordu. Bir mahalle çocuğu imişler, bir evde de oturuyorlarmış.

– Eh, memur efendi, iş anlaşılıyor: ev kalabalıkçadır, sokağı daha elverişli bulmuşlardır. Dur bakalım şimdi anlarız. Sen, delikanlı söyle bakalım adın nedir?

Delikanlı:

– Hasan, dedi.

– Babanın adı nedir?

– Murat usta.

– Ne iş yaparsın?

– Kazlıçeşme’de Aslan Deri Fabrikasında çalışırım.

– Nerede oturursun?

– Tacettin Mahallesi, Tuzcu çıkmazı, dört numarada.

– Bu kızdan senin davacılığın var mı?

– Yoktur.

– İyi amma bak seni sokakta öpmüş!

– Öptü efendim.

– Zorla mı öptü?

– Yok benim rızalığımla.

Kıza bakarak:

– Senin bu Hasan’dan bir davacılığın var mı?

Kız korkudan, şaşkınlıktan Komiser’in sözünü anlamadı. Hasan’a baktı.

Hasan kıza:

– Benden bir davacılığın var mı, diye soruyor, dedi

– Ne davacılığı?

– Seni öptüm diye.

Kız anlamadı. Dudağını büktü,

– Yok, dedi.

Komiser biraz düşündükten sonra delikanlıya:

– Hele sen şu işi bir ağız tadıyla anlat bakayım, dedi.

– Efendim, ablamın çocuğu olmuştu. Biz gidemedik. Bu bana dedi ki: «neredeyse ablanın yedi döşeği kalkacak, biz gidemedik, ayıp oldu, sen izin alsan da bugün gitsek. Ben yalnız gidemem, korkarım.»

Komiser delikanlının sözünü kesti:

– Demek bu da ablanı tanıyor? dedi.

– Tanımaz mı, görümcesi ..

– Ne? Görümcesi mi? Bu kız senin karın mı?

– Karımdır efendim.

– Bak memur efendi, karısıymış! Şu bizdeki dalgınlığa bak! Bahtiyarlığın bu kadarına içimiz inanmamış!.. Soruyoruz, soruyoruz da «karı koca mısınız?» diyemiyoruz? Ne dersin bu işe memur efendi?

Hafız Cemal, Komiser’in bu işi hafif tutmasına, alay etmesine gücenmiş olacak ki,

– Karısı olsun efendim, sokakta öpülür mü? dedi.

Komiser mangalın kulpuna sokulu maşayı alıp ateşleri düzelterek:

– Eee, karısına göre, dedi, öylesi vardır karanlık odada bile öpülmez …

Komiser delikanlıya:

– Ha, anlat, sonra ne oldu? diye sordu.

– Bu bana öyle söyledi, ben de bugün izin aldım, öğle paydosunda eve geldim. Bu hazırdı. Ben de giyindim, çıktık. Çapa’ya yürüdük, oradan tramvaya bindik, Çarşıkapı’da indik. Çocuğa hediye aldık. Oradan Süleymaniye’ye yürüdük. Dönüşte, Beyazıt’tan tramvaya binecektik. Binemedik. Gelen araba dolu geldi. Bu dedi ki: «ben kalabalıkta sıkılıyorum, yayan gidelim.» Yorulacak amma eh istiyor. «Yürüyelim» dedim. Aksaray’a indik, oradan Yusufpaşa’dan vurduk, geliyoruz. Ben eniştemin taklidini yapıyorum bu da gülüyor. Haseki’yi geçtik, bu bana: «Hasan, biliyor musun şimdi canım ne istedi?» diye sordu. «Ne istedi?» dedim. Bu su muhallebisini sever. «Su muhallebisi alalım» diyecek sandım. «Sapalım, Şehremini’nden alırız» diyecektim. Bu «seni öpmek istedim» dedi. Bakındım, sokaklarda kimseler yok. «Bırak şimdi, yürüyelim, eve geç kaldık.» dedim. «Evde yemeğim hazır, bir ısıtacağım!» diyor. Biraz daha yürüdük, gene bu, «ne olursun, dur biraz öpeyim, canım istedi» dedi. Bu yalan söylemez. Sahiden canı istemiş. Aklıma geldi, «Belki de iki canlıdır» dedim. Durdum, «gel öp!» dedim. Bu sarıldı, iki yanağımdan öptü. Sonra benim de içimden geldi, «dur bari, ben de seni öpeyim!» dedim. Bu, başındaki atkıyı yanaklarından çekti, «Öp» dedi. Ben de bunu öptüm. Bu polis efendi orada imiş, bizi görmüş, çevirdi, getirdi.  

Komiser delikanlıya:

– Sen bu kızı öptükten sonra bağrına basıp, yüzünü yüzüne sürerek, «sen benim karım değil canımsın!» dedin mi?

– Demedim.

– Demeliydin. Değil mi memur efendi?

– Bilmem efendim.

– Bilmelisin. Allah verdiği gün değerini bilmezsin, değerini bildiğin gün de Allah vermez! Gün gelir ki yalvarsan, bu seni öpmez, öpecek olsa yalvarırsın ki öpmesin! Bucak bucak kaçarsın! Hele haram tadı tatmışsan!… Ne yapmalı erenler, bunu yazan da böyle yazmış. Değil mi memur efendi.

– Evet efendim.

– Güzel ama memur efendi, sen konuşurken niçin gözlerini kapıyor, iki yana da sallanıyorsun? Söyleyeceğin sözleri ezberden mi okuyorsun?

Polis sustu. Komiser:

– Farkında değil misin? dedi.

– Değilim efendim.

Komiser biraz düşündükten sonra:

– E, memur efendi, ne yapacağız şimdi bunları? diye sordu.

Hafız Cemal, Komiser’in bu sorgusunu bekliyormuş. Sevindi. Gene gözlerini kapayıp iki yanına sallanarak:

– Efendim, mevcuden sevkeder, ikametgâha raptederiz.

– E, sonra?

– Sonra gider adliyeye …

– Kelepçe de vurur musun?

Polis sustu. Komiser gene sordu:

– İkisini de mi? dedi.

– İkisini de.

– E, bu delikanlının ne suçu var? Issız bir yerde sarkıntılığa uğramış.

– Efendim o da öptü.

– Eee ne yapsın, o kadar da öcünü almasın mı?

Polis :

– Bilmem efendim, dedi.

– Bilmezsin ama öğrenirsin. Bu adamlar kanlı mı, kaatil mi, hırsız mı? Bunlar kendi işlerinde, güçlerinde aile adamları. Bunlar memleketin temeli. Biz gece gündüz bu sokakları bekliyoruz ki kimse bunları rahatsız etmesin! Ama karısı kocasını öpmüş. Yahut karısı değil de komşu kızı. Başını yarıp kolunu kırmamış ya! Sen iştihanı saklar, eğer bunları, günün birinde evlerine kavga ederek gider görürsen, çevir kerataları, tıkayım deliğe, arkalarından bir de zabıt: «huzuru umumiyi ihlal ettiler.» Görsünler günlerini!… Okuyanlar da aferin desinler. Yoksa böyle genç karı koca, İstanbul’un ıssız bir bucağında, gece yarısında değil de Köprübaşı’nda, halkın da içinde öpüştüler diye mahkemeye yollanır mı? Ne bilirsin, başları darda kalmıştır. Polisin gözü her yere bakar ama istediğini görür. Polis dediğin ağır olur, vekarlı olur. Ya … Bunlar namuslu ana baba çocukları. Biz bunlardan özür dilemeliyiz. Sonra da bunları kapıdan bırakır, arkalarından da bakmazsın. Anladın mı?

Komiser bunları söyledi, ayağa kalktı, delikanlıya:

– Haydi oğlum, dedi, bak memur efendi sizi kapıdan bırakacak, arkanızdan da bakmayacak! Anladın mı? Rahatınıza bakın. Geceler hayırlı olsun.

(«Ulus», 23 Ocak 1949.)

Memduh Şevket Esendal’ın bu hikâyesini Veysel Çavuş isimli kitabında okudum.

Güzel şeyleri başkaları ile paylaşmak çok hoşuma gider, onun için Blog’umu bugün “Türkiye’nin Çehov’u” Memduh Şevket Bey’e emanet ediyorum.

Bir de şunu demek için yapıyorum bunu:

Eğer bu kadar güzel bir hikâye yazabilseydim, artık daha fazla uğraşmaz ve yazmayı bırakırdım.

Yorum bırakın